SineYorum | La La Land
1/23/2017
Evet sevgili Romalılar. Oscar koşumuz yılın en iddialı filmi La La Land ile devam ediyor. Filme başlamadan önce Golden Globe’da aday olduğu tüm dallarda ödülleri topladığını, ilk filmi Whiplash’le tozu dumana katan Damien Chazelle’in ikinci filmi olduğunu biliyorduk. Bu iki faktör beklentimi Allahuekber dağlarına çıkardığı için filmin sonunda tatmin olmama endişesi taşıyordum. Neyse ki film bittiğinde ileride kült olacak bir sinema şaheseriyle karşı karşıyaydım.
Film uzun bir müzikal koreografiyle başlıyor. Yönetmen Chazelle bir röportajında açılış koreografisini ilk başta filmden çıkardığını ancak daha sonra filmin bütünlüğüne ayrı bir hava kattığını düşünerek filme tekrar dahil ettiğini söylemişti. Golden Globe töreninde de kullanılan bu koreografinin filme bir katkısı olmadığını düşünenlerdenim. Emma ve Ryan’ın olmadığı sahneyi neyleyim!
Mia ve Sebastian Hollywood’dan aşina olduğumuz tipler. Hayalleri uğruna debelenip duran genç Amerikalılar. Mia bir cafede barista olarak çalışsa da kendi oyununu yazıp sahnelemek isteyen hayalleri olan genç bir kız, Sebastian ise aç kalmamak için Jingle Bells çalmak zorunda olsa da kendi jazz kulübünü açmak isteyen idealist bir erkek. Tabi bu işler istemekle olmuyor. Şans ve para yanlarında olmak zorunda. Şans demişken Mia ve Sebastian olur olmadık yerlerde sürekli karşılaşıyor. Sık sık yaşanan tesadüfler müzikal sahnelerle karikatürize ediliyor. Film parçası olduğu Hollywood’a ait klişelerle, müzikal bir üslüpla dalga geçerken bizi de ufak ufak Mia - Sebastian aşkının içine çekiyor.
Film müzikal bir dille anlatıldığı için filme dair hissedilen duyguları somut cümleler haline getirmek oldukça zor. Ancak filmin sonuna doğru dram dozu arttıkça bir şeyleri kelimelere dökebilecek kıvama gelebiliyorsunuz. Filmin sihri de buradan kaynaklanıyor. Bir peri masalının içinde yolculuk ederken bir anda kendinizi hayatın acımasız gerçekleriyle yüz yüze buluyorsunuz. Film bittiğinde yaşadığım yaklaşık on dakikalık sessizlikte bu gerçeği hazmetmeye çalıştım. Yutkundukça boğazımda büyüyen bir lokma gibi gırtlağıma çökmüştü film. Bu acıdan hem keyif alıyor hem de kalp ağrımın bir an önce dinmesini bekliyordum.
İki idealist, hayalleri olan en önemlisi birbirine aşık genç bir çift bunu kendilerine niye yaptı? Tutkularının gerçeğe dönüşmesi aşklarından neden daha önemliydi? Yoksa gençtik toyduk o yüzden tutkularımız aşkımızın önüne geçti diyerek mi teselli ettiler kendilerini yıllarca?
Yönetmen filmin sonunda kocaman bir aynayı hem hollywood’un hem de günümüz insanının yüzüne çevirdi. Hollywood’un bedavaya dağıttığı umut dolu feel good ending’lerine ayrı, mutsuzluğuna sürekli bir kılıf bulan narsist topluma ayrı bir ayna. Bakmaya cesareti olan o aynaya baktı. Kendiyle, tercihleriyle hesaplaştı. Belki de affetti kendini. Cesareti olmayan aynanın varlığını reddetti. Mia ve Sebastian’la sınırladı zihnini. Onlar için üzüldü. Kolaya kaçtı. Siz kolaya kaçmayın. Cesur olun.
0 YORUM